Haberlerim



Çocuk Olmak


                Bir çocuğun hayat  görüşü. Dünya'ya nasıl bakar, kendi evrenini şekillendiren öğeler nelerdir. Ve bir çok insana göre bir çocuğa sorulamayacak kadar ağır olan sorulara farklı hayatları yaşayan çocukların cevapları.

                Erciyes Üniversitesi Rektörlüğünün arkasında, kurumuş ve mahalle halkı tarafından yer yer çöplük olarak kullanılan dere yatağının bir kaç yüz metre sonrasında başlayan Yeni Mahallenin çocukları.  Yaşamları birbirlerinden çok ta farklı olmayan ailelerin çocukları. Aileler genellikle çok çocuklu. Aylık gelirleri bin liranın altında. Çoğu çocuğun evinde bilgisayar yok, hatta hiç bilgisayar kullanmamış olanlarda var. Okuldan kalan vakitlerini gündüzleri mahalle de ilginç oyunlar oynayarak, akşamları ise televizyon karşısında geçiriyorlar. Hiç kitap okumamış olanı, okuma yazma bilmeyeni de var aralarında.

                Hüseyin:

                Çoğunluğun tek katlı ve gecekondu tipi evlerin oluşturduğu mahalleye girdiğimizde ilginç bir manzarayla karşılaşıyoruz. Boş arsalardan birinde 10-15 çocuk bir araya gelmiş birbirlerini koca koca taşlarla vurmaya çalışıyor. Grubun içinde kendinden yaşça ve fizik olarak büyüklerin olmasına rağmen, amansız bir mücadele veren ve rakiplerinin korkudan köşe bucak kaçmasına neden olan Hüseyin ilk göze çarpan çocuk oluyor. 
                On iki yaşında. Maddi sıkıntılar nedeniyle Yozgat'tan Kayseri'ye taşınmış bir ailenin çocuğu. Annesi, Hüseyin'in doğumundan sonra evi terk etmiş.  Babası, abisi ve amcasıyla tek katlı, iki odalı bir evde yaşıyor. İlkokul 4. sınıf öğrencisi ve okuma yazma bilmiyor. Kitap okumayı isteyen ama okuma yazma bilmediği için okuyamayan bir çocuk. Okuma yazma bilmediği için okulda öğretmeninden dayak yediği oluyormuş. Kanımca zeki biri olan  Hüseyin'e neden öğrenemiyorsun diye sorduğumda "bilmiyom abi bakıyom bakıyom anlıyom, sonra aklımdan uçup gidiyo" diyor.  Arkadaşlarından birinin aklına uymuş bir sene okuldan kaçmış yoksa 5. sınıfa gidecekmiş. Okulun gerekli ve güzel bir meslek sahibi olmak için en önemli araç olduğu düşünüyor. Televizyon dizilerinden esinlenilen bir ifadeyle "polis olmak ve hırsızları yakalamak" olarak tanımlıyor hayalini. Aslında hayali,  hayattan en büyük beklentisi ve gelecek umudu, büyüdüğünde bir seç - al dükkanı açmak (ucuzluk pazarı). Okul dışındaki vakitlerini arkadaşlarıyla mahallede takılarak geçiriyor. Evinde bilgisayarı yok. Oyun oynamak istiyormuş ama sadece açmayı kapatmayı bildiği için oynayamıyormuş.
                " Babam hadır (uyuşuk) abi . Bazen 15-20 liraya kamyon boşaltıyor. Bazen yatırlara gidip Kuran satıyor. Serbest meslek yani. Ama işi yok. Emmim çalışıyor. O da günde en fazla 50 lira getiriyor, çoğu borçlara gidiyor".
                 Hüseyin'e göre dünyada yanlış olan çok şey var. Savaşlar, hırsızlıklar ve açlık bunlardan bazıları. İnsanların boşu boşuna birbirini öldürdüğünü söylüyor. Her ne olursa olsun insanların birbirlerini öldürmemesi gerekiyormuş. Elinde sonsuz bir güç olsa bütün fakirleri zengin edeceğini ve açlığı ortadan kaldıracağını söylüyor. Vatanı koruyup, evleri olmayana ev yaptırmakta diğer düşüncelerinden.
                Devletin temel görevi ise açları doyurmak olarak görüyor ve nedenini bilmediği halde vatanın çok önemli olduğunu, mutlaka korunması gerektiğini düşünüyor.

            Feride:

                Yeni Mahallenin sakinlerinden biri. Mahallede kızlı erkekli ayrı gruplar halinde oyun oynuyorlar. Arkadaşlarıyla konuşmaya çalıştığımızda, bir çoğu konuşmak istemezken Feride sohbet etmeye gönüllü oluyor. Güler yüzlü, sakin ve sevecen bir çocuk. 12 yaşında. İlkokul beşinci sınıf öğrencisi ve altı çocuklu bir ailenin  en küçüğü. Ailesi Feride doğmadan önce maddi gerekçeler yüzünden Kayseri'ye yerleşmiş. Annesi ev hanımı, babası bir ucuzluk pazarında çalışıyor. Aylık gelirleri altı yüz lira civarında. İstediklerini ve ihtiyaçlarını karşılama konusunda sıkıntı yaşadığı zaman çok oluyormuş. Evlerinde bilgisayarları olmadığı için hiç bilgisayar kullanmamış. Okuldan kalan vakitlerini çoğunlukla televizyon karşısında dizi izleyerek ve dışarıda arkadaşlarıyla oyun oynayarak geçiriyormuş. Kitap okumayı sevdiğini söylüyor. Hayattan çok büyük beklentileri yok. En büyük isteği hemşire olmak ve yine Kayseri'de farklı bir mahallede bir apartman dairesine yerleşmek. Başka bir mahalleye yerleşmek istemesinin temel nedeni ise yaşadığı mahallede erkeklerin çok fazla küfür etmesi. Feride'ye göre dünyada ters giden şeylerin başında çevrenin kirli olması ve insanların çöplerini sokaklara atması geliyor, en önemli bir diğer sorun ise açlık. Hayatı ise hemşire olmak için beklemek olarak tanımlıyor.

            Ceren:

                İstanbul'un refah seviyesi yüksek mahallelerinden birinde yaşayan, üç çocuklu bir ailenin en küçüğü. Ailenin maddi durumu çocuklarının bir çok ihtiyacını rahatlıkla karşılayabilecek seviyede. Ailenin aylık geliri yaklaşık 8 bin lira. Birçok ihtiyacı hatta lüksü rahatlıkla karşılanıyor. İki bilgisayarı (PC, Notebook), özel okul servisi, zevkine göre döşenen sadece kendisine ait bir odası var. Okul dışında kalan vakitlerini çoğunlukla bilgisayar karşısında ya da ödev yaparak geçirdiğini söylüyor. Oturduğu bölgede mahalle kültürü olmadığı için okul arkadaşları dışında arkadaşı yok. Ayda bir kaç kez ablasıyla sinemaya gidiyormuş. Onun dışında, vaktinin neredeyse tamamını evinde geçirdiğini söylüyor. Ödev yaptığı zaman çok mutlu olduğunu ama kitap okumayı sevmediğini söylüyor. Ailesi diretmese hiç kitap okumayacakmış. Gelecek beklentisini " öğretmen olmak istiyorum, güzel bir evim bir de arabam olsun, çok zengin değil ama bizden birazcık fazla zengin olmak istiyorum" şeklinde tanımlıyor. Dünyada sence ters giden şeyler nelerdir sence sorusuna kısa bir sessizlikten sonra " ne biliyim hırsızlık falan" diyor. Savaşı ise geçmişte olan çok büyük kavgalar olarak tanımlıyor. Bu gün hala devam eden savaşlardan belli ki bihaber. Savaşları tarih kitaplarında yazılmış hikayeler sanıyor. Sorduğum bir çok soru, derin bir susuşla cevaplanıyor. Sence dünyada yanlış olan ve değiştirilmesi gereken şeyler nelerdir sorusuna ise, uzun bir sessizliğin ve yinelenen sorunun ardından "bazı insanlar içki içiyor, içkiyi yok ederdim" bir de insanların "kötü yolda yürümesini engellerdim" diyor, çevresindeki yanlışlıklardan yola çıkarak.

            Son olarak;

                Belli ki bir çocuğun hayata bakışı, başta maddi imkanların ve çevresel faktörlerin de etkisiyle şekilleniyor. Dünyada yanlış giden şeylerin, kendi çevrelerinde yaşadıkları sorunlardan ibaret olduğunu sanıyorlar. Düşünceleri ve yaşamları, kimi çocuklar için, ailevi baskılar sonucunda kalıba giriyor, kimi çocuklar için ise yoksunlukların etkisiyle kendi yarattıkları kalıplara yerleştiriliyor. İyi veya kötüyü bir çok yetişkinin fark edemediği şekilde algılıyorlar. En azından samimi bir şekilde yanlış giden şeylerin düzelmesini, başta kendi hayatlarını dikkate alarak, arzuluyorlar.

____________________________________
“SON DEM”

                Gelişen teknolojiyle sayıları gittikçe azalan zanaatkârlar artık son demlerini vermeye başladılar.

Kayseri’nin dar sokakları arasında küçük bir dükkân… Dükkânda orta yaşlarda, uzun-ince bir adam… Elinde çekiç tüm gücüyle indirip kaldırıyor ritmik bir şekilde. Tıpkı bir virtüözün piyanonun tuşlarına ahenkle basması gibi kaptırmış kendini çekicin ahengine. Sonra bir elinde ayakkabı bir elinde iğne başlıyor dikmeye.


Dükkândan içeri girince tozlu ve loş bir ortam selamlıyor beni. Numan usta makinenin arkasında elinde yolların eskittiği bir ayakkabı, büyük bir dikkatle kendini işine vermiş. Kafasını kaldırıp selamlıyor beni sonra yine aynı dikkatle sanatına devam ediyor. Başta çok çekingen tavırlar sergilese de içinde birikenleri anlatmak, anılarını paylaşmak istediği her halinden anlaşılıyor. Ve başlıyor Numan Usta kendi hikâyesini anlatmaya.

Ne zaman başladın diye soruyorum ustaya “anamdan doğduğumdan beri” diye karşılık veriyor. Dertli, Numan Usta... Sonra her esnaf gibi oda başlıyor maddi sıkıntılardan. “Piyasayı Çin ele geçirdi artık her taraf adi ayakkabı dolu. Kullan at. Kimse tamiri düşünmüyor. Ucuz diye gidip yenisini alıyor. Ucuz olmasına ucuzda sağlıksız. Benim babam tahta çiviyle ayakkabı tamir ederdi. Niye çünkü sağlık daha önemli derdi.”  ( Tahta çivinin sırrı vücuttaki elektriği atmasıymış. Bunu da öğrenmiş olduk usta sayesinde. ) “Deden kalma meslek olduğundan artık kemikleşmiş müşterilerimiz var. Onlar sayesinde geçimimi rahat bir şekilde sağlıyorum.” Her şeye rağmen Usta işimi seviyorum diyor. Numan Usta 32 yaşında ama yüzünde öyle bir dirilik var ki bakınca insanın kendi haline acıyası geliyor. Sırrı ne usta diyorum “işini seveceksin” diye karşılık veriyor. “Al-sat para kazan yap-sat zarar et” diyor usta ve sonra devam ediyor ”El emeği zevk işidir para işi değil. Parayı düşüneceksen ticaret yap.”

                 Numan Usta elinde başka bir çift ayakkabı bir yandan tamir ediyor bir yandan da anlatmaya devam ediyor neşeli neşeli. “Bir gün bir TV kanalından geldiler ekonomik krizle ilgili röportaj yaptık. Bana ekonomik kriz en çok kime yaradı diye sordular bende tabi ki ayakkabıcılara dedim. Niye diye sordular ben de dedim ki; e millette para az ayakkabı almak yerine eskisini tamir ettirmek daha karlı geliyor da onda.” Tam bu sırada içeri bir müşteri giriyor elinde bir poşet, poşetin içinde ise tamir edilmeyi bekleyen bir çift ayakkabı. Müşteri buranın gediklisi, ayakkabıda daha önce ustanın elinden defalarca geçmiş. Usta onu da alıp diğerlerinin yanına bırakıyor. Tıpkı bir hasta gibi onlarda şifalarını bekliyor ustadan.

                Usta’da anı çok başlıyor bir başkasını anlatmaya hazır ortamda oluşmuşken. Yine her zamanki neşesiyle dökülüyor ağzından ballar. “Bir gün Kan Bankasından geldiler kan almak için. Dediler ki sizin meslektekiler de it hastalığı var seninde kanını alacağız tahlil için. Sonradan öğrendim ki bu hastalık ineklerde çıkarmış. Lan biz hayvan mıyız diye düşündüm meğer adamların kana ihtiyacı varmış.” Uzun gülüşmelerin ardında Numan Usta geçiyor makinenin önüne. Basıyor düğmeye. Kulaklar inleten bir sesle veriyor kendini işine. Usta pür dikkat sanatını icra ediyor.

                Gülen gözlerin ardında birde keder var. Yılların getirdiği yorgunluk belirginleşiyor günün ilerleyen saatlerinde. Ustaya çıraklık dönemini soruyorum cevap kısa ve öz “bizim çıraklığımız olmaz bu meslek atadan gelir”
                Veresiye… Esnafların korkulu rüyası… Numan Usta anlatıyor “adım veresiye soyadım peşinatsız. Fakir fukara çok o nedenle veresiye yapmam şart.”


                Vakit artık geç. Ustada günün işlerini bitirmek üzere… Son demi vuruyor. “Oğlumun benim mesleğimi devam ettirmesini istemiyorum. Zor meslek zaten parası da yok sevgiyle yapmayınca da işinin geleceği yok. Bu meslek benimle biter.”

____________________________________
Güneşin altında bir “Diyar

            Bir şehir düşünün ki güneşin altına inşa edilmiş bir kale gibi. Sıcak mı sıcak öyle ki yolda yürürken bir buz parçası gibi eridiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Ama o kalenin içine girdiğinizde ise tüm sıkıntılar kendini hayranlığa bırakır. Tarihin tozlu kalıntıları arasında seyre dalıyorsunuz. İşte şehr-i Diyarbakır…

Güneydoğunun merkezinde yer alan bu güzide şehrimiz bir inci tanesi gibi midyenin içine saklanmış vaziyette gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Eğer ki Elazığ üzerinden gelme kısmetine erişirseniz birde Hazar gölünün o muhteşem manzarası selamlıyor sizi yol boyunca. Tarihi yapıtlar içinde yükselen binalarıyla çok farklı iki kültürü birden içinde yaşatıyor. Gezilecek o kadar çok yer var ki insanın aklı karışıyor nerden başlasam diye. Bir girdiğiniz yerden bir daha çıkmak istemiyorsunuz ama içinizdeki açlıkta dinmiyor bir türlü. Sürekli yeni yerler peşinde ama gözünüz hep arkada kalarak devam ediyorsunuz yola.

Sur deyince akla iki yer gelir. Biri Çin diğeri Diyarbakır... Onu Çin’den ayıran en önemli özelliği ise büyük ve yüksek burçlarıdır. Diyarbakır surlarını incelerken dikkatinizi bir şey çekiyor. Burçların üzerinde çok farklı kültürlere ait olduğu belli olan motifler. Her medeniyet kendince bir iz bırakmış bu surlara. Surların tepesine çıkınca muazzam bir manzara açmış kollarını kucaklamaya hazırlanıyor sizi. Dikkatle bakınca ise bir şey göze çarpıyor. Arkanızı dönüyorsunuz ve işte efsaneleriyle, tarihi yapılarıyla, kültürüyle geçmişin Diyarbakır’ı. Önünüze bakınca ise bu kez modern yapısıyla her geçen gün gelişen ve gelişmekte olan Diyarbakır.

Şehir hala tarihi dönemlerden kalmış gibi. Her adımda bir eser, bir tarih, bir kültür var. Şehir buram buram tarih kokuyor. Anlatılacak, gezilecek, görülecek o kadar çok şey var ki bu şehirde.

Bir camisi var şehrin adı Ulu Cami. Ama Anadolu’da ki diğer Ulu Cami’lerden çok farklı. Bir kiliseymiş önceleri. O zaman ki adı Martoma Kilisesiymiş. Anadolu’nun en eski camisi olma özelliğinde yanında taşıyor. İslam âleminin 5. ı Harem-i Şerifi olarak kabul görmektedir. Tıpkı evler gibi camide serinlikler içinde. Dışarı bakınca insanın içerden çıkası gelmiyor. Camiyi biraz geziyorum ve içinde bir güneş saati gözüme çarpıyor. Şehrin camiside değişik kültürlerden nasibini almış. Dev minaresi, geniş bahçesi büyük şadırvanlarıyla görülmesi gereken bir tarih yuvası gibi…

Sur içinin arka kesimlerine doğru yola devam ediyorum. Anlımda terler yağmur damlası gibi dökülüyor yere. Su içmek için bir yerler aramaya başlıyorum ama ayaklarda derman kalmadı sıcaktan. Sanki tabanlarım asfalta yapışmış gibi. İleride bir grup insan oturmuş bir şeyler yiyor bende yaklaşıyorum onlara. Çemberin tam ortasında dev gibi bir karpuz… Ortadan ikiye bölünmüş bir parçası dilim dilim doğranmış tepsinin içinde. Büyüleyici kokular yayıyor etrafına. Yeşil kabuğunun içinde bir yakut misali kıpkırmızı… O leziz tadına bir bakınca ne susuzluk ne yorgunluk kalıyor bedende.

Atatürk’ün bir evi varmış bu şehirde. Bulunduğu yer Gazi Köşkü olarak adlandırılıyor. Rota belli; başlıyor yazın kavurucu sıcağı altında yolculuk. Köşke ulaşıyoruz ve gözler büyük bir hayranlıkla açılıyor. Yemyeşil bir ova. Her taraf bin bir renk ve kokuda çiçeklerle dolu. Köşk değil saray. Cennet bahçesinden kopmuş bir toprak parçası sanki. Doğa tüm güzelliğiyle gözler önüne sermiş kendini. Seyrine doyum olmayacak bir yer. Şehrin kavurucu sıcaklığı burada yerini ılık bir serinliğe bırakmış. Kuşlar ve böcekler çiçeklerin büyüsüne kaptırmış kendini. Gazi’nin evi hala eski temizliği ve sağlamlığıyla, bütün ihtişamını sergiliyor ziyaretçilere. Burası yarı müze yarı park alanı olarak kullanılıyor. Bir ağaç dibine gidip bu serinliğin keyfini o muhteşem manzara eşliğinde çıkarmak istiyor insan.

Tarihiyle, kültürüyle, doğasıyla, insanlarıyla gerçekten görülmeye değer bir şehir burası. Yeşiliyle, kahverengisiyle, sarısıyla işte Dicle ve Fırat’ın asi çocuğu Diyarbakır…

_________________________________
Üretim fazlası et ve et ürünlerini

Son yıllarda ülkemizde et ve et ürünlerinin fiyatının yüksek olmasından dolayı bu ürünlere olan talep oldukça düşük düzeyde kalmakta. Bunun sonucu olarak ta satılamayan et ve türevi gıdalar satıcıların ellerinde kalmakta. Bu soruna değişik çözümler bulan et üreticileri ve satıcılar ellerindeki ürünleri normal fiyatının altında satarak çürümeden elden çıkarma girişiminde bulunmakta. Peki, vaktinde satılamayıp tüketim süresini aşma seviyesine gelen gıdalar daha sonra ne yapılıyor?

İnsanoğlunun en temel besin kaynaklarından biride et ve et ürünleridir. Bunun sonucu olarak ta bu besinleri üretip insanlara satan kurul ve kuruluşlar oluşmuştur. Başlangıçta bu kurumlar insan ihtiyacına paralel bir şekilde et ve et ürünleri üretimi ve dağıtımı yaparken, toplumların gelişmişlik seviyesinin yükselmesiyle ve de özellikle kapitalizmin etkilerinin artmasıyla beraber tüketim ihtiyacından daha fazlasını üretmeye başlamıştır. Bu durumla birlikte şöyle bir soruda ortaya çıkmıştır; “üretim fazlası et, balık ve tavuklar daha sonra ne yapılıyor?”

           Daha fazla kazanma uğruna aşırı üretim


Kapitalizmin hızlı gelişiminden etkilenen birçok sektörden biride gıda sektörleridir. Daha fazla üretme ve tüketme hissiyatını insan DNA’sına yerleştiren kapitalizm bu işi en iyi gıda sektöründe yapmaktadır. Gıdaların birçoğunun kullanım süresi oldukça kısadır. Et ve tavuk gibi ürünlerin ise saklanma koşulları iyi olsa bile kullanım süreleri birkaç haftayla sınırlıdır. Dengeli bir üretim ve tüketim mantığında iyi işleyen bu süreç bir zaman sonra daha fazla kazanma uğruna aşırı üretim mantığına dönüşmüştür. Üretim fazlası et ve et ürünleriyse çürümeye ve gereksiz yere doğal dengenin bozulmasına yol açıyor. Son kullanım sürelerini aşmak üzere olan bu ürünler biran evvel elden çıkartılmak isteniyor. Buda insan sağlığını kötü yönde etkileyecek bir ticaretin oluşmasına yol açıyor.

            Ucuz et ticaretinin ortaya çıkması


Kapitalizmin hızlı gelişiminin yan etkilerinden biride ‘her şeyin daha fazlasını üretme’ mantığının zihinlere yerleşmesidir. Bu zihniyetin sonucu olarak ta ucuz et ticareti ortaya çıkıyor. Ucuz et ticareti insan sağlığına oldukça ciddi zararlar verebiliyor. ‘Nasıl olsa satılır’ diyerek fazlasıyla stoklanan et ve tavukların kullanım süreleri bazen bir hayli aşmış oluyor. Elde kalan bu ürünlerden dolayı zarara uğramamak için halka, yemek şirketlerine veya yemekhanelere uygun fiyattan –yani ucuza- bu ürünler satılıyor. Bunun sonucunda ise birçok insan zehirlenip hastanelere kaldırılıyor.

Tüketim tarihi geçmiş veya geçmekte olan et ve et ürünlerinin satılması

Kasaplık yapan Hacı Berat Eskikoyuncu ile üretim fazlası et ve et ürünleri hakkında konuştuk. Et ve tavuk satışlarının eskisinden daha az olmasından şikâyetçi olan Hacı Berat ellerinde kalan stok fazlası ürünler için “son tüketim tarihini geçirmeden elimizdeki ürünleri satmaya uğraşıyoruz. Buzhanelerde mümkün olduğunca iyi koşullarda dondurulmuş olarak etlerimizi tutuyoruz. Ve bu etler her yıl belli aylarda bakanlıkça denetime tabi tutuluyor. Ama yinede her esnaf aynı özveriyi sergilemeyebiliyor. Kimi esnafların elinde yıllarca duran stok fazlası etler bulunmakta ve bunları piyasaya sürmek için herhangi bir çekinceye de sahip değiller” diyen Eskikoyuncu sözlerine şöyle devam etti “Marketlerin çoğu, tavuk etini yeteri kadar soğutmayan buzdolaplarında tutuyor. Bazı şarküterilerde, masrafı azaltmak için ambalajsız satılan bütün ve doğranmış tavuk ürünleri bulunmakta. Aslında Gıdalar ile ilgili kanunlara göre ambalajsız tavuk satışı yasak. Fakat bu kural uygulanmıyor.” diyerek durumun vahametini gözler önüne seriyor. Bunun gibi birçok kurala uyulmadığını söyleyen Hacı Berat en çok ihlal edilen kurallardan birinin de tüketim tarihi geçmiş veya geçmekte olan et ve et ürünlerinin satılması olduğunu belirtti. Elde kalan etlerin ya ucuz fiyattan fakirlere ya lokantalara ya da yemek şirketlerine satıldığını anlatan Hacı Berat “büyükbaş ve küçükbaş kemsi bu kadar yüksek ama tüketim bu kadar düşük olunca esnaf zarar etmeme derdine düşüyor. Durum böyle olunca da kimse kimsenin sağlığını umursamıyor” diyerek sorunun yakın bir zaman içerisinde ciddi bir probleme dönüşeceğini belirtiyor.

            Sorun ancak devlet eliyle çözülebilir


Et ve Balık Kurumu çalışanlarında biri olan Şemsi Bey ise konun ancak devlet eliyle çözülebilecek bir duruma geldiğini belirterek “halk ucuz et peşinde. Devlette kendi çabalarıyla bunu sağladığı sürece elde kalmış ve çürümeye yüz tutması an meselesi olan et, tavuk vb. gıdaların satışının da önüne geçilebilir. Ne yazık ki birçok defa yurtlarda veya okul yemekhanelerinde bozuk et yüzünden zehirlenip hastaneye kaldırılan insanlar oldu. Sağlıklı ve uygun koşullarda saklanabilen etler ve tavuklar uzun ömürlü olabilir ama bunu her market, kasap, şarküteri aynı inceliği göstererek yapmıyor” diyen Şemsi Bey sözlerini şöyle sürdürdü “daha çok kar için bol bol et-tavuk stoku yapan yerler ellerindeki etleri mümkün olduğunca çabuk satmak için çeşitli indirim kampanya vs uyguluyor. Halkta ilgi gösterince birçok işyeri aynı taktiği uygulayarak bozulmuş et ürünlerini ucuz diye alıyor.”

           Her şeyin bolca üretildiği bir dünyada…


Kapitalizmin bir çılgınlık halini aldığı dünyada her şey bol bol üretiliyor ama çoğu ürün elde kalıyor. Sezonu geçmiş elbiseler, mevsimi geçmiş yiyecekler, kullanım vasfını doldurmuş elektronik eşyalar ve tüketim tarihi sona yaklaşmış -ya da geçmiş- gıda maddeleri. Her şeyin bolca üretildiği dünyada doğanın dengesi de insan yaşantısının dengesi de bozulmuş durumda. Aşırı et ürünleri üretimi bir yandan vahşice bir hayvan katliamına da dönüşmekte. Ucuz diye bize sunulan her et ve et ürünlerini almamak gerek atalarımızın da dediği gibi ‘ucuz etin yahnisi yavan olur.’

____________________________________
Hayata Umutla Bakmak

Türkü, Kürdü, Ermenisi, Lazı, Çerkezi, Rumu ile onlarca değişik etnik kökene sahip bir vatandır Türkiye. Her birinin farklı dili, geleneği, göreneği, kültürü ve düşüncesi vardır. Herkes istediği gibi düşünmeli, yaşamalıdır. Özgürce düşünmenin serbest olduğu ülkemizde ne yazık ki düşüncenizi başkasıyla paylaşmak suç sebebi sayılabiliyor. Kalıplaşmışın dışında düşünme ve bu düşünceyi yayma isteği bazen sizi hapishane yollarına götürmek için bir köprü oluveriyor.

Her fırsatta diğer ülkelerdeki ırkçı-ayrılıkçı yaklaşımları eleştirip ifade özgürlüğü, demokrasi, laiklik kelimeleriyle kendini savunan ülkemiz maalesef iş kendine gelince diğer birçok alanda olduğu gibi bu alanda da tökezliyor. Kendi iç dünyamızda özgürce düşünmemize izin veren yasalarımız ne yazık ki iş düşünceleri ifade etmeye gelince oldukça kısıtlayıcı olabiliyor. 2000 öncesi dönemde binlerce genç vatandaşımız ifade özgürlüğü kısıtlayıcı maddelerden dolayı mağdur oldu. Türkiye bu konuda oldukça kötü bir üne sahip maalesef. Okullarda okuması gerekirken birçok gencimiz siyasi nedenlerle gözaltına alınıp uzun süreler hapis yattı. Farklılıkların aykırılık olduğu bu dönemlerde insanlar otoriteye karşı öylesine doldu ki bu onları başka otoriteler oluşturmaya ya da bir gurubun parçası olmaya itti.

Zafer Gelen, Mehmet Medin, Ali Yeşil ve daha niceleri. Farklı zamanlarda da olsa hayatları aynı yerde başlayıp farklı şekillerde devam eden 3 insan. 3’üde okul yıllarına umut dolu başladı. Ama bu umutları beklemedikleri bir şekilde sekteye uğradı.

Diyarbakır-Merkez doğumlu olan Zafer, lise son sınıftayken siyasi bir eyleme karıştığı gerekçesiyle okul yollarından alınıp mahpus yollarına sürülüyor. Yaklaşık 1 yıl hapiste kaldıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest kalıyor. Serbest kalıyor kalmasına ama okula devam etmiyor. Okula neden gitmek istemediğini de şöyle açıklıyor: “Aile sorunlarından dolayı okula zaten geç yaşta gittim. Çoğu kişi 6–7 yaşında okula başlarken ben 8 buçuk yaşında başladım. Hapisten çıkınca 19 yaşıma girmiştim bile. Bu olaydan sonrada okula gitme isteğimi kaybettim.” Geçmiş günleri anımsayan Zafer’in gözleri doldu. Yüreğinde ki keder yüzüne öylesine işlemiş ki üzgün mü sinirli mi belli olmuyor. Daha 27 yaşında olmasına rağmen gözlerinde mahpus yıllarının yol açtığı derin bir kederin izini de taşıyor. Şimdilerde kendine ait bir berber dükkânı olan Gelen “eğer o gün başıma böylesi bir bela gelmemiş olsaydı her şey çok farklı olurdu benim için.” diyerek içinde hala sönmemiş olan okul okuma arzusunu özlemle anıyor. Evli ve bir çocuk babası olan Zafer şuan ki hali için de şükrediyor. Şükrediyor ama hala içinde büyük bir korku var. Çünkü hakkında açılan dava sonucu 6 yıl hapsi isteniyor. Temyize başvuran Gelen, her şeye rağmen hayata umut dolu gözlerle bakmak istiyor.

Diyarbakır-Lice doğumlu olan Mehmet Medin’de okuldan koparılanlardan. Rize üniversitesi matematik bölümünü kazanan Mehmet Bey, yanlış zamanda okumanın acısını da çekiyor. 12 Eylül Askeri Darbe’si sonucu okulu 3.sınıfta bırakan Mehmet Bey daha sonra darbe ortamının yumuşamasıyla okulu bitirmek için geri döndü. Okul döneminde sol görüşlerinden dolayı birkaç kez gözaltına alınıyor. Gözleri dalgın yüreği buruk bir şekilde o dönemlerde yaşadıklarını anlatan Mehmet Bey: “ O dönemlerde sağ sol çatışması vardı. Okullarda da bariz bir şekilde kendini gösteriyordu bu ayrılık. İlla bir görüşün olması gerekiyormuş havası estiriliyordu her yerde. Çarpık düzenin bir parçası olmaktansa yeni bir düzen için çabalayanların safını seçtim.” diyerek dönemin zorluklarını anlatıyor. Görüş çatışmasının ayyuka çıktığı bu dönemde kişilerin canının dahi tehlikede olduğunu belirten Mehmet Amca: “Yurtta uyurken hemen herkesin yastığının altında kendini korumak için bir tabancası vardı. Birkaç defa yurt sağcı öğrencilerin baskınına uğradı. Onlarca olay çıktı. Haliyle kendimi korumak için ben de bir tabanca edindim ve yastığımın altına sakladım.”

Darbenin patlak verdiği dönemde gözaltına alınıp 1 ay hapis yatan Mehmet Amca serbest kaldıktan sonra başına gelenlerden habersiz memleketine dönüyor. 1983’yılında Darbe ortamının az da olsa yumuşamasını fırsat bilen Mehmet Amca okuluna dönüp kalan son yılını da bitiriyor. Uzun yıllar atanmayı bekleyen Mehmet Medin Bey memurluk hakkının elinden alındığını öğrenince büyük bir şok yaşıyor. Bu konu hakkında üzüntülerini dile getiren Mehmet Bey: “Onca zorluk içinde okuduğum yıllara çektiğim acılara üzülüyorum. Nice büyük olaylara karışan insanlar aklanırken bizim gibi garibanlar bir hiç uğruna hayatlarından koparılıyor.” diyerek dönemin insanlar üzerinde bıraktığı acıların hala taze olduğunu belirtiyor. Her şeye rağmen hayata umutla baktığını da söyleyen Mehmet Medin Amca Üniversite sonrası dönemde atanmayı beklerken yaptığı işine devam ediyor. İlçeler arası otobüs şoförlüğü yapan Mehmet Bey evli ve 5 çocuk sahibi olarak yaşamını sürdürüyor.

Hukuk mağduru yüzlerce kişiden birside Ali Yeşil... 2006 yılında Erciyes Üniversitesi Gazetecilik Bölümünü kazanan Ali Yeşil 2009 yılında 3. sınıftayken ‘Terör Örgütüne Üyelik’ suçundan gözaltına alınıyor. Bu durum hakkında şunları söyleyen Yeşil: “ Evde arkadaşlarla oturuyorduk. Biranda baskın oldu ve apar topar gözaltına alındık. Ellerimizde kelepçelerle dışarı çıkarıldığımız an hayattan koparıldığımızı hissettik.”

“Düşüncenin ifadeye dönüştüğünde suç olabileceğini unutmamız en büyük hatamızdı” diyen Yeşil, uzun gözaltı süresi boyunca belki bir umut ışığı doğar diye beklediklerini ama hep boynu bükük yüreği buruk bir şekilde elleri kelepçeli olarak geri döndüklerini belirtti.

Mahkemece tutuklanıp hapse atıldıktan sonra zor günlerin zor aylara dönüştüğünü belirten Ali Yeşil, cezaevinde yaşadıkları hakkında şunları anlatıyor: “Cezaevindeki hissiyatı anlatmak gerçekten zor ve karmaşık aynı zamanda. Yani bir anda öyle bir halde tutuklanıyorsun ve cezaevini ilk defa görüyorsun ve uzun süre kalacağını düşünerek üzülüyorsun. Ayrıca dışarıda yaşadığın çok yönlü hayatın bir anda kesintiye uğruyor ve izole, kurallarla, yasaklarla dolu bir yaşama mecbur bırakılıyorsun. Okulun kesintiye uğramış, ailenin kırılan umutları, arkadaşlarından ve çevrenden koparılışın ve varsa bir yârin ondan ayrılışının özlemi, hasreti, eksikliği ve ulaşılamazlığı insanı devamlı düşündürüyor ve kederlendiriyor.”

Umutlarının bir yeşerip bir solduğu mahpus günlerinde dahi okuma aşkını yitirmeyen Ali, üniversiteye tekrar dönmesi hakkında: “Diğer insanların ne düşündüklerini bilemem ama benim gelip okumam lazımdı, çünkü ailevi ve kişisel bir sorumluluğum vardı. Ne kadar sorunlar yaşamış olsam da üniversite okuma isteğim ve amacım hiçbir zaman sönmedi. Akademik bilinç ve olgunluk insanın hayatında belirleyici konumdadır. Bu yüzden ben her zaman bir şey yapacaksam bilinçli ve doğru bir şey olmasını istemişimdir. Bu nedenle üniversitenin iş hayatıma bir katkısı olmasa da bilgisel anlamda bir katkısı olduğuna inanıyorum.” dedi.

Birçok insanımız bu ve bunun gibi sebeplerden dolayı hayatlarından oluyor. Avukat Eylem Sarıoğlu ve Avukat Hasan Anlar gibi onlarca avukat bu soruna yol açan maddelerin biran evvel değişmesi görüşünde hemfikir. Çoğu kesim TCK’nin 220, 314 ve de en önemlisi 301. maddelerinde ciddi revizyona gidilmesi gerektiğini savunmakta. Yapılacak yeni Anayasada da köklü düzenlemelerin yapılmasının demokratik ülke olmanın zorunluluğu olduğunu belirten avukatlar, bu türden davaların gelişmekte olan bir ülkeye yakışmadığını savunuyorlar.

Zihinlerimize ‘söylediklerinizi onaylamıyorum, ama bunu söyleme hakkınızı ölene kadar savunacağım’ felsefesi yerleşmedikçe bu türden üzücü durumlarla sürekli karşılaşılacağını bilmek insanda hem acı hem de umutsuzluk duygularının kabarmasına sebep oluyor. Daha özgür yarınlar için önyargılardan kurtulma zamanı geldi de geçiyor bile.

____________________________________
OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE
MODERN KERVANSARAYLAR


                Kervansaraylar… Uzak diyarlara göçen isimsiz yolcuların barınağı… Bir güven kalesi, bir ferahlık cenneti… Kim bilir kaç fani ayakbastı tozlu taşlarına. Kim bilir kaç yolcuya derin bir oh çektirerek ferah ve serin suyundan temiz bir yudum verdi. İşte bu içi buram buram tarih kokan yapılar, Selçuklu Hanları tarafından 10.yüzyılın başlarında Orta Asya’ya inşa edilmeye başlandı. Kervansaraylar önceleri askeri bir gaye güdülerek yapıldı. Daha sonra İslamiyet’in yayılması ve Türklerin İslam dinini seçmesiyle giderek büyüyen topraklarla beraber ticari amaçlarda hizmet vermeye başladı. Ticaret kervanlarını koruma amaçlı hizmetin giderek artması ve ticaret yollarının yaygın olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte ekonomik amaçlara dönük olarak kurulmaya başlandı.

                İslamiyet’in yaygınlaşmasından sonra uzak yollar üzerinde durak yerleri olarak, şehir ve kasabalarda bulunan yolculara faydalı olması için kurulmuş yapılardır. Yolcular hangi din veya mezhepten olursa olsun hanlarda ve bunların büyükleri olan kervansaraylarda birkaç gün ücretsiz kalabilirlerdi. Kervansaraylar genellikle büyük bir avlu ve avluyu çevreleyen iki katlı bir binadan oluşurdu. Yola açılan büyük bir kapısı ve kapıların iki yanında nalbantlar ve araba tamircileri bulunurdu. Yolcuların binek hayvanları ve yükleri için ahırlar ve büyük ambarları vardı. Odalarda soğuk mevsimlerde ocak yakılırdı. Büyük kervansaraylarda mescit de bulunurdu. Kervansaraylarda çok sıkı güvenlik önlemleri vardı. Geceleyin davul çalınarak kapılar kapanırdı ve sabaha kadar açılmazdı kimsenin de dışarıya çıkmasına izin verilmezdi. Sabahleyin de yine davulla kapılar açılır ve yolcuların yüklerinin ve eşyalarının tam olup olmadığı sorulurdu. Tehlikeli bölgelerdeki kervansarayların güvenliğinin sağlanması için derbentçi adlı örgüt kurulmuştu. Derbentçiler geçit yerlerini muhafaza edenler için kullanılan bir tabirdir. Yolların korunması, ticaret yollarının güvenliğinin sağlanması için çalışan bu örgüt üyeleri Yaptıkları hizmet karşılığı belli bir toprağı kullanma hakkı elde ederlerdi.

                Kervansaraylar birbirine yaklaşık 30–40 kilometre mesafe ile inşa edilirmiş. 9 saatlik bir deve kervanı yürüyüşü baz alınarak hesaplanan bu mesafedeki ana amaç kervanların güvenliğini sağlamakmış. Uzun mesafelerde kervanların haydutlarca soyulması ya da kervan içinde bir hastalık vs. gibi sorunların çıkmasına karşı önlem niteliği taşımaktadır bu mesafeler. Bir diğer önemli sebebi ise ticaretin daha hızlı gerçekleşmesi ve gelişmesidir.

                Her köşesi tarih kokan, her attığınız adımda ayağınızın altında yatan tarihi size hissettiren ülkemizde kervansaraylar konusunda oldukça zengin bir kültüre sahiptir. Hanlarıyla, hamamlarıyla, kervansaraylarıyla canlı bir müze gibidir Türkiye. Elinizi uzattığınız her köşesinde bir miras saklıdır. Zamana meydan okurcasına dimdik ayaktadır. Aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen heybetiyle sizi kendine bağlar kervansaraylar.

                        Modern Kervansaraylara Geçiş


                Yılların eskitemediği kervansaraylar artık modern bir şekle bürünmeye başladı. Döneminde ticaret için kervanların yolunu gözlerken şimdilerde modern müşterileriyle eski şanlı tarihine geri dönüyor. Dış mimarisi ve içyapısı değişmeden sadece hizmetleri ve konforu modernleşerek yenidünyaya tekrardan merhaba diyor.
                               Modern kervansaraylar ülkemizde oldukça yaygınlaşmakta. Birçok örneğinin bulunduğu bu yapıların önemli bir tanesi de taşı toprağı tarih kokan Diyarbakır’da. Hotel Büyük Kervansaray adıyla geçmişteki hizmetlerini modern yenilikleriyle sürdüren bu yapı şehrin en popüler mekânlarından birisidir.

                               Diğer bir adı da Deliller Hanı olan ve 1521’de Diyarbakır’ın ikinci valisi Hüsrev Paşa tarafından yapımı başlatılan kervansarayın inşası 1527 yılında sona erdi. Delil adının anlamı ise; o dönemde hacca giden hacı adaylarına rehberlik yapan kişilere delil denirdi. Hanın 2 renk taşı vardır. Bu taşlardan beyaz olanı Urfa’dan getirilirken, siyah taşlar kurtboğazı taş ocağından toplatılmıştır. Oldukça geniş bir kapasiteye sahip olan hanın 72 adet odası bulunmaktadır. Ayrıca han içerisinde tüccarlar için 17 adette dükkân mevcuttur. Yaklaşık olarak 800 adet deve kapasitesine sahip birde ahıra sahiptir han.

                İnşa edildiği dönemde tüccarlar için ipek yoluna gidişte bir barınak görevi görmüş. Bölge halkından Hac’a gidecek yolcular için ise kutsal mekâna gidişten önceki toplanma yeri olarak kullanılırmış.




Han oldukça önemli kişilere ev sahipliği yapmıştır. Bu kişilerden en önemlisi ise 17. Osmanlı Padişahı Sultan IV. Murat’tır. Padişah, Bağdat seferi öncesi Deliller Hanında yaklaşık 1 hafta kalmıştır. Kaldığı dönemdeki odası hala temiz bir şekilde modernize edilerek durmaktadır.

                Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Turizm Bakanlığı tarafından 1989 yılında otel olarak faaliyete geçirilmiştir. O dönemde ihale usulüyle kiraya verilen hanı, bir dönem Diyarbakır sporun başkanlığını da yapan ve şehirde renkli kişiliğiyle tanınan Mehmet İpek aldı. 22 yıldır hanın kiracısı olan İpek, oldukça başarılı bir yönetim sergileyerek otelin tanınmasını ve bölgeye gelen yerli-yabancı turistlerin ilgisini çekmeyi çok iyi bir şekilde başarmış. Kervansaray tesisleri adı altında şehirden biraz uzak, içinde mini bir hayvanat bahçesi bulunan birde dinlenme tesisi işletmekte Mehmet Bey.

                Otelde genellikle yabancı turistler konaklamakta. Bunun ana sebebi tarihi mekânlara olan düşkünlükleri. Daha çok Almanlar ve Japonlar tercih etmekte. Yerli turistinde ilgisini çekmeyi başaran otel özelliklede yaz aylarında turist akınına uğruyor.

                Aslen Karslı olan ama çok uzun yıllardır İstanbul’da yaşayan Çağlar Moğultay’da oteli ziyaret eden yerli turistlerimizden. Böylesi bir mekânı ilk defa gören Çağlar büyük bir hayranlık ve ilgiyle taşları tarih kokan otelin her köşesini dikkatlice inceliyor. Oteli çok beğendiğini belirten Moğultay ileriki bir zamanda tekrar geleceğini ve bu yerin güzelliklerini çevresindeki herkese anlatacağını belirterek ilgi dolu bakışlarla oteli süzmeye devam etti.

                Yaz döneminde faaliyetleri artan otele turistlerin yoğun ilgi göstermesinin en önemli sebeplerinden biriside içyapısının sıcağı serinliğe çevirme özelliğidir. Diyarbakır’ın meşhur sıcaklarından bir nebze olsun kurtulmak ve ferah bir soluk almak ayrıca otantik havasını solmak isteyenler için kaçırılmaz bir fırsat kervansaray oteli.



____________________________________
Tarihini Önemsemeyen Bir Ülkede…

            Taşıyla toprağıyla tarih kokan Anadolu’da öyle eserler var ki unutulmaya yüz tutmuş. Kimisi ilgisizlikten harabeye dönüşmüş, kimisi şehirleşmenin getirdiği göçlerden dolayı uçsuz bucaksız bölgelerde kaybolup gitmiş kimisi de maddi imkânlardan dolayı kaderiyle baş başa bırakılmış. Böylesine önemli tarihi eserleri bulunmasına rağmen tarihine bir türlü sahip çıkmayan ülkemiz birçok eserini kaybetme seviyesine gelmiş bulunmakta. Belediyeler ve valilikler bünyesinde yeterli maddi kaynak sağlanmayışı da bunun önemli nedenlerinden biri. İşte bu eserlerden biride Gazi Mustafa Kemal Paşanın evi olan Gazi Köşkü…





                Önemli Tarihi eserleri bünyesinde barındıran Diyarbakır; gerek belediyenin ilgisizliği ve gerekse de halkın bilgisizliği yüzünden bu yapılarına sahip çıkamamış ve tahrip edilip harabeye çevrilmesine göz yummuştur. Bunca olumsuzluğa rağmen son dönemlerde özel teşebbüsler sayesinde birçok yapı restore edilerek çeşitli ticari ve kültürel mekânlar olarak halkın hizmetine sunulmaktadır. Tabi bunda tarihi mekânların ticari getirileri de büyük bir öneme sahiptir.

                Gazi Paşanın Diyarbakır’a I.Dünya Savaşı sırasında Kolordu Komutanı olarak atanmasından sonra karargâh olarak kullandığı köşk, 1937 yılında Diyarbakır Belediyesi tarafından köşk sahiplerinden satın alınarak Atatürk’e armağan edilmiş. 1981 yılında da Atatürk Müzesi olarak Halkın ziyaretine açıldı.


                Tarihi Eserler Özel Girişimler Sayesinde Ayakta Duruyor


                Çevresi doğal park alanı olan Gazi Köşkü 2000’li yıllar öncesinde oldukça kötü bir görünümdeydi. Özel bir girişimci olan Abdulrahman Bey; bu tür yerleri hem tarihi bir mekân olarak hem de ilgi çekici yapısından dolayı ticari getirisi olduğunu düşünerek aktif bir yere çevirme heveslisi olduğunu söyleyerek neden böyle bir girişimde bulunmayı seçtiğini şöyle anlatıyor. “Tarihi eserler özellikle tarihi bir yapısı olan şehirlerde önemli birer turizm kaynağıdır. Bu düşünceden hareket ederek böyle bir yerin düzenlenmesi için maddi imkân sağladım. Bu hem bana hem de bölge halkına katkı sağlayacak bir iş oldu.” Çevre yapılandırmasının oldukça uzun sürdüğünü belirten Abdulrahman Bey bu iş içinde oldukça ciddi bir maddi kaynak sağladığını belirtiyor. Restorasyon ve Modernizasyon sonrası Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’de dahil olmak üzere bir çok önemli kişi tarafından ziyaret edilmesi de Köşkün önemini hala koruduğunun bir belgesi gibi

                Ekonomik sıkıntılar yaşayan Abdulrahman Bey Maddi yatırımları kesmek zorunda kaldı. Büyükşehir Belediyesi ise bir emek ürünü olan bu köşk alanını ve parkı devralarak etkinliğini devam ettirdi. Bölge içinden ve dışından oldukça yoğun ilgi gören Gazi Köşkü, Mustafa Kemal Paşa’nın kaldığı dönemlerdeki ihtişamını da tekrar kazanmış gibi görünüyor.







                Ata’nın Bir Zamanlar Baktığı Ufuklara Bakmak



                Gazi Paşanın evini ziyarete ve park alanını gezmeye gelenlerden biri olan Fatih bey buranın büyüsüne kapıldığını belirtirken şunları da sözlerine ekledi “Dicle’nin serin sularına, Hevsel Bahçeleri’nin yeşilliğine bakarken masanıza getirilen bakır semaverden Diyarbakır Türküleri eşliğinde çay içebilir Ata’nın bir zamanlar baktığı ufukları görebilirsiniz.”

            Özel Girişim Olmasaydı Burayı görmekten Mahrum Kalacaktık


                İstanbul’dan Diyarbakır’a bu eşsiz mekânı görmeye gelenlerden biri olan Bekir Bey Gazi Paşanın Evi için bulunmaz bir eserdi eğer özel girişim olmasaydı bizde burayı görmekten mahrum kalacaktık diyerek“Arkadaşlarınızla sohbet eder, fotoğraf çektirirsiniz. Sonra o fotoğraflara bakar bakar ağlarsınız. En güzel anılarınız olarak kalır. Diyarbakır içinizde bir yarayken, Gazi Köşkü günleri her akla geldiğinde yaranıza tuz basılır. Özlersiniz, uzaktır gidemezsiniz” diyerek kendinde bıraktığı izleri anlattı.


                Mimarlık Öğrencilerinin Gezi Tercihlerinden Biri Gazi Köşkü


                Kırşehir’den gelen Mimarlık öğrencisi Melike Hanım ise; gerek mimari yapısı ile gerekse de tarihi değer taşıması ve Ata’nın izlerinin özel eşyalarının, yatağının bulunmasından dolayı görülmesi, gereken bir yer olduğunu belirtiyor Gazi Köşkü’nün. Erciyes Üniversitesinde okuyan Melike Hanım Fakültesinin düzenlediği bir gezi sonrası burayı öğrenmiş ve Köşk hakkında biraz araştırma yapmış. Bu yapının XV. yüzyıl Akkoyunlu döneminde yapılmış olan Sem’an Köşkü olduğu belirten Melike Hanım daha sonra Atatürk’ün buraya komutan olarak atanması sonucu bu eve gelip yerleştiğini belirterek “Mustafa Kemal Paşa burada 11 ay kalıyor. Daha sonra 1937 yılında köşk Belediye tarafından sahibinden satın alınarak Ata’ya hediye ediliyor ve Ata yadigârı olarak uzunca bir süre korunuyor. Bu olaydan sonrada köşkün adı Gazi Köşkü olarak kalıyor” diyerek köşk hakkında ki bilgilerini bizimle paylaşıyor.


            Tarihini Önemsemeyen Bir Ülkede…


                Tarihini önemsemeyen bireylerle dolu bir ülkede Atatürk’ün ki gibi binlerce yapı maalesef yok olma tehlikesiyle baş başa kalmakta. Özel girişimler ve dış yatırımcılara bel bağlamak yerine artık kendi tarihimizi ve Anadolu topraklarının kültürel değerlerini korumak için ellerimizi taşın altına koyma zamanı geçiyor.


____________________________________
REKLÂMLARIN OBJESİ KADINLAR

Reklâm, firmaların ürettikleri ürün hizmet ve markalarını hedef kitlelerine tanıtmada kullandıkları en etkili tanıtım aracıdır. Bu aracı daha etkin halde kullanmak, rakiplerinden sıyrılmak ve farkındalık yaratmak ürün sahiplerinin en büyük çabaları arasındadır. Firmalar bu farkındalığı yaratmak için toplumda yerleşmiş olan toplumsal cinsiyet rollerini ve kalıp yargılarını kullanmaktadırlar. Firmalar, reklâmlarda kadınları bir simge şeklinde kullanarak tüketicinin ilgisini ve dikkatini çekmeye çalışmakta, ürün, hizmet ve markalarına olan talebi arttırmak ve de satış grafiklerini yükseltmeye çabalamaktadırlar.

Önceden sadece tanıtımını yaptığı ürün hakkında tüketiciyi bilgilendiren reklâmlar şimdilerde ise tüketim toplumu olarak tanımlanan hedef kitlelere sürekli yeni ihtiyaçlarının olduğunu vurgulamaktadır. Özellikle günümüzde insanlara kitle iletişim araçlarıyla ulaşmanın kolay olmasından dolayı firmalar internet üzerinden vermek istedikleri mesajlarını hedef kitlelerine daha rahat ulaştırabilmektedirler. Bu satışları arttıran önemli etkenlerden biridir. Diğer önemli etkenlerden biri de reklâmcıların tanıtılan ürüne karşı dikkat çekmek için cinsiyet ve cinsellik unsurlarına yer vermeleridir. Burada amaç halkın dikkatini çekerek (özelliklede erkeklerin) ürüne olan talebi artırmak dolayısıyla satışları yükseltmektir.


            Hedef Kitle Gençler


Televizyon reklâmları özellikle genç kadınları ve erkekleri hedef kitle olarak düşünür. Reklâmcılar, reklâmlarına karşı dikkati çekmede cinselliğin daha etkili olduğu kanısındadırlar. Reklâm ajansları da bu durumun farkında olarak, reklâmlarında erkeklere oranla kadını kullanmayı tercih etmiştir.

            Reklâmlarda İdeal Kadın Bedeninin Kullanımı


Kadınlar erkeklere göre reklâmları daha eğlenceli, çekici ve kişisel bulmaktadır. Reklâmlarda kadınların kullanılması aynı zamanda kadın bedeninin sergilenmesi de demektir. Genellikle fiziksel yönden çekici ve genç olarak sunulurlar. Ürün tanıtımında kadınların vücutlarını sergilemeleri de erkeklere oranla daha yaygındır. Kadınlar genellikle; kozmetik, giyim, ev eşyası ve sağlık reklâmlarında yer almaktadırlar. Sadece tekstil ya da kozmetik gibi fiziksel görünüm fikrini satan sektörler de değil, eğitim, teknoloji gibi görünümle ilgisi olmadığını düşündüğümüz sektörlerde de uzun manken fizikli, her zaman genç kalabilen, en azından genç görünme yeteneğine sahip kişiler olarak sıklıkla karşımıza çıkmaktadırlar. Örneğin araba, elektronik eşya tanıtımında ve hatta tıraş bıçağı tanıtımında da kadın bedeni karşımıza çıkmaktadır.  Dondurma reklâmında kadının mı dondurmanın mı reklâmı yapılıyor neredeyse ayırt edilemeyecek durumda. Ürünlere ayrılan tanıtım süresi ile kadının ‘güzel’ bedeninin gösterilmesi için ayrılan süre arasında da oldukça fark vardır. Böylece kadın cinselliğinin kullanılmasıyla ürün satışlarının arttırılması umulmaktadır.

                O yapıyor sende yap


Bir deterjan reklâmında kadın, yıllardır o markayı kullanıyormuş ondan memnunmuş gibi gösterilir ama deterjandan çok kadının bacakları, yüzü, göğüsleri ön plandadır. Bir parfümü kullanan kişinin ondan etkilendiği parfümü harika bulduğu mesajı halka iletilir. Ama bu öyle bir şekilde yapılıyor ki sanki o parfümü kullanan tüm erkekler öyle bir kadın sahip olabilirmiş gibi cinsel bir hava yaratılıyor. Sende al tüket denir. Tüketim kadın cinsiyetine has birtakım özelliklerle adlandırılarak cinsiyetçi bir tutum sergilenmektedir. Tüketim çılgınlığı olarak adlandırılan kontrolsüz, denetimsiz davranışlar kadınlara özgü bulunmuş ve kadınların reklâmların aldatıcılığına çok çabuk inanan kurbanlar oldukları savunulmuştur. Kadın, kadını anlar mantığı hâkim kılınmış ve bu yüzden de reklâmlarda kadınlar daha çok kullanılmaktadır. Bak o kadın o güzel görünmek için bunları yapıyor, alıyor vs sende yap, al sergile kendini diyor.

            En kolay müşteri çekme yolu güzel kadınlar


Reklâmlar da ve tanıtımlarda kadın unsurunun neden çok kullanıldığını ürün tanıtımı yapan birkaç arkadaşa sorduğumda aldığım cevaplar bilindik şeylerdi. Şule ve Yasemin Hanım bir alışveriş merkezinde şampuan tanıtımı yapıyorlar neden erkekler değil de siz yapıyorsunuz diye soruyorum “ Biz bayanlar reklâm ve tanıtımlarda erkeklere oranlara hem dilimizi hem bedenimizi daha iyi kullanıyoruz. Kadınlar erkeklere göre daha dikkat çekici ve tanıtımını yaptığı ürünü satmayı daha iyi biliyor.”diyorlar.



Genel olarak bayanların teknolojiden pek anlamadığı söylense de Merve Hanım bir beyaz eşya firmasında en son teknolojilerle donatılmış ürünlerin tanıtımını yapıyor. Merve Hanım bayanların tanıtım ve reklâmlarda çok kullanılmasıyla ilgili “öncelikle kadınların konuşmasının ürünün teknik ve fiziki özelliklerinden daha dikkat çekici olduğunu düşünüyorum” diyerek kadının nasıl bir ürün satış objesine dönüştüğünü belirtiyor. Ses tonunun etkilerinden de bahseden Merve Hanım “Bizler konuşurken farklı tonlama ve vurgulamalar kullanarak daha yumuşak ve tatlı konuşuyoruz ve böylece ürünün satışını daha sağlamış oluyoruz.”diyor. Merve, Şule ve Yasemin gibi nice bayan fiziki güzelliğini veya ses tonundaki çekiciliği kullanarak birer objeye dönüşüyor ama hiçbiri bundan rahatsızlık duymuyor. İlginin üzerlerinde olmasından hoşnut olanlar bile var.


____________________________________
50 kiloluk tek bir meyve: Karpuz

Diyarbakır denince akla son dönemlerde terör olayları gelse de aslında tarihinde çok daha önem taşıyan şeyler bulunmakta. Bunlar, surları ve karpuzudur.

Karpuz denince akla ilk gelen şehirdir Diyarbakır. İriliği, kalın kabuğu, rengi, kokusu, çekirdeği kısacası her özelliği ayrı bir haz yaşatır insanda. Bir meyve olmasına rağmen boyutları diğer meyvelerle ölçüştürülemeyecek kadar iri olan karpuz bir de Diyarbakır’a has olunca görenlerde büyük şaşkınlık yaratıyor. Kimi zaman 70–80 kiloya varan ağırlıklarıyla dünyanın bile ilgisini çekiyor.


Diyarbakır’ın Dicle nehri kıyılarında çakıllı toprak arazide yöre halkının kendine has yöntemlerle yetiştirdiği karpuz, büyüklüğünün ve lezzetinin kaynağını işte bu yetiştirilme şeklinden alıyor. Güneydoğu Anadolu Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nde usta işçi olarak çalışan Abdulbaki Uçar’da yörenin karpuz yetiştiricilerinde. Yöre halkının çoğunluğu gibi oda küçük çapta bir karpuz yetiştiricisi. Her ne kadar küçük çapta bir yetiştirici olsa da yetiştirdiği karpuzlar oldukça iri.

Diyarbakır’ın eski ailelerinden olan Baki Amcanın kır saçları, sıcak güneşin altında kavruk bir renk almış. Karpuz yetiştirmek hele de Diyarbakır gibi sıcaklığıyla baş döndüren bir şehirde oldukça zor. Güneş kızgın ışınlarıyla tepenizde sizi yakmak için beklerken, siz tüm şefkatinizi yetiştirdiğiniz karpuza veriyorsunuz. Buda bir yerden feragat etmeye ama başka bir yerden ise ödül kazanmaya benziyor.

Karpuzun büyülü dünyasına kendini kaptırmış olan Baki Amca, bize yöre halkının Diyarbakır karpuzu üretim yöntemi hakkında şu önemli bilgileri veriyor: “Diyarbakır yöresi karpuz üretimi konusunda çok elverişli bir toprak yapısına sahiptir. Ayrıca bölgemizdeki Dicle nehri kıyıları da karpuz yetiştirmek için büyük bir nimet” diyor. Neden nehir kıyılarını seçiyorsunuz sorusuna şöyle cevap veriyor: “karpuz su ister. Yerin birkaç metre dibine kadar uzanır kökleri su bulabilmek için. Sulama sorunu güneydoğunun genelinde yaşanan bir sorun. Dicle nehri kıyılarına ekmek daha iyi çünkü sulama sorunu halletmiş oluyoruz bu şekilde. Nehir kıyısındaki topraklarda oldukça verimli. Birde hayvancılık yapanlar, hayvanlarını buraya otlatma ve sulatma ihtiyaçlarını gidermesi için getiriyorlar. Gelen hayvan kıyı şeridine gübresini bırakıyor. Bu gübreler suyla karışıp karpuzların yetiştiği kıyılara kadar geliyor. Karpuz kökü hem suyu hem de gübredeki yararlı şeyleri çekiyor. Buda karpuzu doğal yoldan besliyor. Sonuçta doğal bir karpuz ortaya çıkıyor.”

Yöre halkının kendine has karpuz yetiştirme yöntemlerinden biride karpuzu dışarıdan gübrelemek. Kuy denilen (yöre halkı bu çukurlara kuy diyor. Minyatür kuyular şeklindeki küçük kuylar) çukurlar açılarak içerisine karpuz tohumları serpiştiriliyor. Bu kuylar ilerde karpuzun olgunlaşmış halinin de rahat sığacağı ve olgunlaşma sürecinde sorun yaşamayacağı şekilde açılıyor. Daha sonra açılan kuylara karpuz tohumları serpiliyor. Gübreleme zamanı gelinceye kadar gerekli bakımlarla yetiştirme sürecine başlanıyor.

Diyarbakır karpuzu ekim ve hasat aylarının öneminden bahseden Baki Amca, “Karpuzun ekim ayı önemlidir. Zamanından önce ekersen karpuz suda boğulabilir. Yağmurlar çok yağarsa Dicle nehri taşar buda karpuzunun suda kaybolmasına neden olur. Zamanından geç ekersen karpuz gerekli olgunluğu sağlamayabilir” yorumunda bulundu. Sözlerine şöyle devam eden Baki Amca, “karpuzun ekim ayı, mayıs ayının başlangıcı olmalıdır. Bu dönemde yağmurların Dicle nehrinde taşkın yapma ihtimali çok düşüktür. Ayrıca bu ayda hava sıcaklıkları ve yağış karpuzun istediği seviyededir. Buradan sonrasında işimiz Allah’a kalıyor. Eğer bir aksilik yaşanmazsa karpuzumuz eylül ayının ortalarında hasat zamanına girmiş oluyor” dedi.

Yöre halkı için karpuz büyük önem taşıyor. Diyarbakır’ın kavurucu sıcaklarında bir nebze olsun serinlik ve ferahlık veren iki şeyden biri meşhur naneli ayran diğeri ise meşhur Diyarbakır karpuzudur. Yaz ve bahar sofralarının vazgeçilmez meyvesi olan karpuz, Diyarbakır’da değişik türlerde yetiştiriliyor. Bunlardan en bilinen türleri ise Dicle nehri kıyılarında yöre halkının kendine has yöntemlerle yetiştirdiği Çay Karpuzu ve Beji Karpuzu’dur.

Karpuz yetiştirmenin zahmetli bir iş olduğundan bahseden Baki Amca, bir diğer önemli nokta olan gübreleme yöntemi hakkında bizi bilgilendiriyor. “Kuylar açılıp tohumlar atıldıktan sonra geriye karpuzun ilaçları kalıyor. İlk adımda küçükbaş hayvan gübresini kuyların üzerine yeterli miktarda serpiştiriyor. İlk gübreleme aşaması bittikten sonra ikinci gübreleme aşaması olan güvercin gübresi aşamasına geçiyoruz. Gübreleme aşaması 1 hafta arayla yapılır” diyen Baki Amca sözlerine şunları da ekliyor: “ ilk olarak kullandığımız küçükbaş hayvan gübresi karpuza gerekli olgunluğu sağlaması içindi. İkinci olarak kullandığımız güvercin gübresi ise karpuza diğer tadını vermesi içindi. İşte bizim karpuzun diğer karpuzlardan farkı da bu tat ve iriliğidir.”

Değişik türdeki karpuz yetiştirme yöntemleri içerisinde iki tanesi çoğunlukla kullanılıyor. Şehir dışına ihraç için çay karpuzu yetiştiriliyor. Ticareti için yetiştirilen bu karpuz, Dicle nehri gibi toprakları verimli kıyı bölgesi istiyor. Halkın kendi tüketimi için üretilen beji karpuzu kuru tarım ürünlerindendir. Nisan ayında ekimi yapılan bu karpuz türü birkaç yağmurlu gün yetiyor. Çay karpuzuna kıyasla kilosu daha düşük olan beji karpuzu yaklaşık olarak 10–15 kilo olarak yetiştiriliyor. Çay karpuzu ise bir dönemler 70–80 kilo üretiliyordu.

Son dönemlerde tarımın önemini kaybetmesiyle çay karpuzuna ilginin azaldığını belirten Baki Amca, “karpuz işi zahmetlidir. Büyük karpuz büyük zahmet ister” şeklinde konuştu.
Güneydoğu Anadolu Tarımsal Araştırma Enstitüsü içerisinde küçük bir alanda, enstitü için karpuz yetiştiren Baki Amca burada yetiştirdiği karpuzların bir kısmını enstitü çalışanlarına bir kısmını çevre köylülere geriye kalan küçük bir kısmınıysa kendine ayırıyor. Güneydoğunun kurak ve sıcak topraklarında yetişen bu cennet meyvesi yöre halkı için hep bir geçim kaynağı, hem bir meşgale hem de bir sanat halini almış durumda.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder