20 Mayıs 2012 Pazar


Güneşin altında bir “Diyar

            Bir şehir düşünün ki güneşin altına inşa edilmiş bir kale gibi. Sıcak mı sıcak öyle ki yolda yürürken bir buz parçası gibi eridiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Ama o kalenin içine girdiğinizde ise tüm sıkıntılar kendini hayranlığa bırakır. Tarihin tozlu kalıntıları arasında seyre dalıyorsunuz. İşte şehr-i Diyarbakır…

Güneydoğunun merkezinde yer alan bu güzide şehrimiz bir inci tanesi gibi midyenin içine saklanmış vaziyette gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Eğer ki Elazığ üzerinden gelme kısmetine erişirseniz birde Hazar gölünün o muhteşem manzarası selamlıyor sizi yol boyunca. Tarihi yapıtlar içinde yükselen binalarıyla çok farklı iki kültürü birden içinde yaşatıyor. Gezilecek o kadar çok yer var ki insanın aklı karışıyor nerden başlasam diye. Bir girdiğiniz yerden bir daha çıkmak istemiyorsunuz ama içinizdeki açlıkta dinmiyor bir türlü. Sürekli yeni yerler peşinde ama gözünüz hep arkada kalarak devam ediyorsunuz yola.

Sur deyince akla iki yer gelir. Biri Çin diğeri Diyarbakır... Onu Çin’den ayıran en önemli özelliği ise büyük ve yüksek burçlarıdır. Diyarbakır surlarını incelerken dikkatinizi bir şey çekiyor. Burçların üzerinde çok farklı kültürlere ait olduğu belli olan motifler. Her medeniyet kendince bir iz bırakmış bu surlara. Surların tepesine çıkınca muazzam bir manzara açmış kollarını kucaklamaya hazırlanıyor sizi. Dikkatle bakınca ise bir şey göze çarpıyor. Arkanızı dönüyorsunuz ve işte efsaneleriyle, tarihi yapılarıyla, kültürüyle geçmişin Diyarbakır’ı. Önünüze bakınca ise bu kez modern yapısıyla her geçen gün gelişen ve gelişmekte olan Diyarbakır.

Şehir hala tarihi dönemlerden kalmış gibi. Her adımda bir eser, bir tarih, bir kültür var. Şehir buram buram tarih kokuyor. Anlatılacak, gezilecek, görülecek o kadar çok şey var ki bu şehirde.

Bir camisi var şehrin adı Ulu Cami. Ama Anadolu’da ki diğer Ulu Cami’lerden çok farklı. Bir kiliseymiş önceleri. O zaman ki adı Martoma Kilisesiymiş. Anadolu’nun en eski camisi olma özelliğinde yanında taşıyor. İslam âleminin 5. ı Harem-i Şerifi olarak kabul görmektedir. Tıpkı evler gibi camide serinlikler içinde. Dışarı bakınca insanın içerden çıkası gelmiyor. Camiyi biraz geziyorum ve içinde bir güneş saati gözüme çarpıyor. Şehrin camiside değişik kültürlerden nasibini almış. Dev minaresi, geniş bahçesi büyük şadırvanlarıyla görülmesi gereken bir tarih yuvası gibi…

Sur içinin arka kesimlerine doğru yola devam ediyorum. Anlımda terler yağmur damlası gibi dökülüyor yere. Su içmek için bir yerler aramaya başlıyorum ama ayaklarda derman kalmadı sıcaktan. Sanki tabanlarım asfalta yapışmış gibi. İleride bir grup insan oturmuş bir şeyler yiyor bende yaklaşıyorum onlara. Çemberin tam ortasında dev gibi bir karpuz… Ortadan ikiye bölünmüş bir parçası dilim dilim doğranmış tepsinin içinde. Büyüleyici kokular yayıyor etrafına. Yeşil kabuğunun içinde bir yakut misali kıpkırmızı… O leziz tadına bir bakınca ne susuzluk ne yorgunluk kalıyor bedende.

Atatürk’ün bir evi varmış bu şehirde. Bulunduğu yer Gazi Köşkü olarak adlandırılıyor. Rota belli; başlıyor yazın kavurucu sıcağı altında yolculuk. Köşke ulaşıyoruz ve gözler büyük bir hayranlıkla açılıyor. Yemyeşil bir ova. Her taraf bin bir renk ve kokuda çiçeklerle dolu. Köşk değil saray. Cennet bahçesinden kopmuş bir toprak parçası sanki. Doğa tüm güzelliğiyle gözler önüne sermiş kendini. Seyrine doyum olmayacak bir yer. Şehrin kavurucu sıcaklığı burada yerini ılık bir serinliğe bırakmış. Kuşlar ve böcekler çiçeklerin büyüsüne kaptırmış kendini. Gazi’nin evi hala eski temizliği ve sağlamlığıyla, bütün ihtişamını sergiliyor ziyaretçilere. Burası yarı müze yarı park alanı olarak kullanılıyor. Bir ağaç dibine gidip bu serinliğin keyfini o muhteşem manzara eşliğinde çıkarmak istiyor insan.

Tarihiyle, kültürüyle, doğasıyla, insanlarıyla gerçekten görülmeye değer bir şehir burası. Yeşiliyle, kahverengisiyle, sarısıyla işte Dicle ve Fırat’ın asi çocuğu Diyarbakır…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder