Güneşin altında bir “Diyar”
Bir
şehir düşünün ki güneşin altına inşa edilmiş bir kale gibi. Sıcak mı sıcak öyle
ki yolda yürürken bir buz parçası gibi eridiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Ama o
kalenin içine girdiğinizde ise tüm sıkıntılar kendini hayranlığa bırakır.
Tarihin tozlu kalıntıları arasında seyre dalıyorsunuz. İşte şehr-i Diyarbakır…
Güneydoğunun
merkezinde yer alan bu güzide şehrimiz bir inci tanesi gibi midyenin içine
saklanmış vaziyette gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Eğer ki Elazığ üzerinden gelme
kısmetine erişirseniz birde Hazar gölünün o muhteşem manzarası selamlıyor sizi
yol boyunca. Tarihi yapıtlar içinde yükselen binalarıyla çok farklı iki kültürü
birden içinde yaşatıyor. Gezilecek o kadar çok yer var ki insanın aklı
karışıyor nerden başlasam diye. Bir girdiğiniz yerden bir daha çıkmak
istemiyorsunuz ama içinizdeki açlıkta dinmiyor bir türlü. Sürekli yeni yerler
peşinde ama gözünüz hep arkada kalarak devam ediyorsunuz yola.
Sur
deyince akla iki yer gelir. Biri Çin diğeri Diyarbakır... Onu Çin’den ayıran en
önemli özelliği ise büyük ve yüksek burçlarıdır. Diyarbakır surlarını
incelerken dikkatinizi bir şey çekiyor. Burçların üzerinde çok farklı
kültürlere ait olduğu belli olan motifler. Her medeniyet kendince bir iz
bırakmış bu surlara. Surların tepesine çıkınca muazzam bir manzara açmış
kollarını kucaklamaya hazırlanıyor sizi. Dikkatle bakınca ise bir şey göze
çarpıyor. Arkanızı dönüyorsunuz ve işte efsaneleriyle, tarihi yapılarıyla,
kültürüyle geçmişin Diyarbakır’ı. Önünüze bakınca ise bu kez modern yapısıyla
her geçen gün gelişen ve gelişmekte olan Diyarbakır.
Şehir
hala tarihi dönemlerden kalmış gibi. Her adımda bir eser, bir tarih, bir kültür
var. Şehir buram buram tarih kokuyor. Anlatılacak, gezilecek, görülecek o kadar
çok şey var ki bu şehirde.
Bir
camisi var şehrin adı Ulu Cami. Ama Anadolu’da ki diğer Ulu Cami’lerden çok
farklı. Bir kiliseymiş önceleri. O zaman ki adı Martoma Kilisesiymiş.
Anadolu’nun en eski camisi olma özelliğinde yanında taşıyor. İslam âleminin 5.
ı Harem-i Şerifi olarak kabul görmektedir. Tıpkı evler gibi camide serinlikler
içinde. Dışarı bakınca insanın içerden çıkası gelmiyor. Camiyi biraz geziyorum
ve içinde bir güneş saati gözüme çarpıyor. Şehrin camiside değişik kültürlerden
nasibini almış. Dev minaresi, geniş bahçesi büyük şadırvanlarıyla görülmesi
gereken bir tarih yuvası gibi…
Sur
içinin arka kesimlerine doğru yola devam ediyorum. Anlımda terler yağmur
damlası gibi dökülüyor yere. Su içmek için bir yerler aramaya başlıyorum ama
ayaklarda derman kalmadı sıcaktan. Sanki tabanlarım asfalta yapışmış gibi.
İleride bir grup insan oturmuş bir şeyler yiyor bende yaklaşıyorum onlara.
Çemberin tam ortasında dev gibi bir karpuz… Ortadan ikiye bölünmüş bir parçası
dilim dilim doğranmış tepsinin içinde. Büyüleyici kokular yayıyor etrafına.
Yeşil kabuğunun içinde bir yakut misali kıpkırmızı… O leziz tadına bir bakınca
ne susuzluk ne yorgunluk kalıyor bedende.
Atatürk’ün
bir evi varmış bu şehirde. Bulunduğu yer Gazi Köşkü olarak adlandırılıyor. Rota
belli; başlıyor yazın kavurucu sıcağı altında yolculuk. Köşke ulaşıyoruz ve
gözler büyük bir hayranlıkla açılıyor. Yemyeşil bir ova. Her taraf bin bir renk
ve kokuda çiçeklerle dolu. Köşk değil saray. Cennet bahçesinden kopmuş bir
toprak parçası sanki. Doğa tüm güzelliğiyle gözler önüne sermiş kendini.
Seyrine doyum olmayacak bir yer. Şehrin kavurucu sıcaklığı burada yerini ılık
bir serinliğe bırakmış. Kuşlar ve böcekler çiçeklerin büyüsüne kaptırmış
kendini. Gazi’nin evi hala eski temizliği ve sağlamlığıyla, bütün ihtişamını
sergiliyor ziyaretçilere. Burası yarı müze yarı park alanı olarak kullanılıyor.
Bir ağaç dibine gidip bu serinliğin keyfini o muhteşem manzara eşliğinde
çıkarmak istiyor insan.
Tarihiyle, kültürüyle, doğasıyla, insanlarıyla gerçekten görülmeye değer bir şehir burası. Yeşiliyle, kahverengisiyle, sarısıyla işte Dicle ve Fırat’ın asi çocuğu Diyarbakır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder